Fotoğraflarhemen bütün tarih kitaplarında vardır. 'AKP öncesi ve sonrası Türkiye' diyerek paylaştı İlhan Selçuk'un Yazıları 21 Haziran 2010 tarihinde yitirdiğimiz Burunestetiği ameliyatında öncesi ve sonrası fotoğraf yararlıdır.Ameliyat kişiye özgü olduğu gibi beğeni de kişiye özgüdür, sizin beğendiğinizi bir başkası beğenmeyebiliyor, burun estetiğinde sekil için karar vermek hastalar açısında zordur. Bazı hastalar doğal burun severken bazı hastalar daha kavisli burun Türkiyede Cumhuriyet Öncesi ve Sonrası Resim Eğitiminin Gelişimi Mustafa Lütfi Ciddi Necmettin Erbakan Üniversitesi Bu makaleye atıf için: Ciddi, M.L. (201 9 ). Türkiye‟de cumhuriyet öncesi ve sonrası resim eğitiminin geliúimi. Bilim, Eğitim, Sanat ve Teknoloji Dergisi (BEST Dergi), 3(2 ), 62 -68 . To cite this article: 11 Haziran 1937 - Atatürk, Trabzon'dan, Cumhuriyet Hükümeti'ne, bütün çiftliklerini ve mallarını Türk Ulusuna bağışladığını bildirdi. 25 Ekim 1937 - İnönü Başbakanlıktan çekildi. Başbakanlığa Celâl Bayar atandı. 28/29 Ekim 1937 - Atatürk, son kez Ankara'da Cumhuriyet Bayramı törenlerine katıldı. 1938 Öncesive Sonrası Fotoğraflar - Best Hair Trans - Istanbul Saç Ekim Merkezi - Saç Ekimi. Back. Anasayfa. Hakkımızda. Saç Ekimi. Saç Dökülme Tipleri. Back. Erkek Tipi Saç Dökülmesi. Kadın Tipi Saç Dökülmesi. Vay Tiền Nhanh. İslam’da figür yasağı demişken böyle bir yasağın neden ve nereden kaynaklandığına değinmemiz konumuzun akışı açısından yerinde olacaktır. Zaten bahsettiğimiz minyatür resimlerinde de sanatçıların figürü betimlemedeki çekingenliği oldukça açık bir şekilde görülmektedir. Resmini yaparken inceleyen batı sanatçısının aksine buna örnek Bellini’yi gösterebiliriz Osmanlı minyatür sanatçıları ise modeli inceledikten sonra onu birebir benzetme yoluna gitmeden sadece zihinlerinde kaldığı kadarını resmetmişlerdir. Figürlerin etrafı temiz konturlarla çizilip insan formunun içi sadece düz ve parlak renklere boyanmış, canlı ve gerçekçi gösterecek ışık-gölge, renk tonları gibi araştırmalardan kaçınılmış perspektife yer verilmemiştir. Minyatürde figürler sadece güçlerine, sosyal statüsüne göre büyültüp küçültülmüştür. Mesela padişah figürlerinde padişahı temsil eden figür resmin merkezine yerleştirilmekte, diğer figürlerden daha büyük ve görkemli resmedilmektedir. Müslüman halkın evinde figüre canlı bir varlığın resmine asla yer verilmemiş, genelde manzara ve Kabe tasvirlerine yer verilmiştir. Kuran-ı Kerim’de böyle bir yasağın, putlara tapma gibi sapkınlık içeren bir girişim dışında bulunmamasına rağmen günümüzde halen daha bir takım çevrelerce figür yasağı benimsenmekte ve evlerde figüre yer verilmemektedir. Önyargılar ve cehaletin gölgesinde ortaya çıkan, saptırılan bir konudur İslam da figür yasağı ve İslam’da resim hala birçok yönüyle açıklığa kavuşmuş değildir. da olduğumuz halde hala daha yaygın inanış İslam’da figür resmi yani canlı bir varlığı resmetmenin günah olduğu yönündedir. Bunun Allah’a sirk koşmak olduğu düşünülmekte ve İslam’da figüratif resim olmadığı yolundaki bu inanış sürdürülmektir. İslam’da canlı bir varlığı resmetmenin günah olduğuna ilişkin Kuran-ı Kerim’de böyle bir yasak hakkında indirilmiş bir ayet bulunmamaktadır. Buna kanıt olarak Kuran-ı kerimde yer alan ve resim, heykel yasaktır şeklinde yorumlanan ayetlerin bir kısmının Türkçe meali şu şekildedir “İsrailoğulları’nı denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine; Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! dediler. Musa Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz” dedi. İsrailoğulları denizi geçtikten sonra buzağıya tapan Amalika kavmine rastladılar, kendi peygamberlerinden, onların tanrıları gibi bir tanrı yapmasını istediler. Hz. Musa onların teklifini reddetti ve onları cehaletle suçladı.14 “Tür’a giden Musa’nın arkasından kavmi, zinet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykeli tanrı edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor? Onu tanrı olarak benimsediler ve zalimler oldular.” Hz. Musa’nın Tür’da kalma müddeti on gün uzatılınca, İsrailoğulların’dan Samiri adında bir “sanatkar” zinet takımlarını toplayarak bir “buzağı heykeli” yaptı ve “sizin de Musa’nın da tanrısı budur. Fakat Musa tanrısını unuttu” dedi. Buzağıyı öyle bir ustalıkla yapmıştı ki, içine rüzgar girdiğinde canlıymış gibi böğürüyordu.15 Araf suresinde de belirtildiği gibi yeteneği Allah’u Teala tarafından verildiği halde bunu inkar edip Allah’a sirk koşmak için heykel yapan sanatkardan, yapılan bu taş yığınına tapan bir kesim cahil insandan ve tapma işinin engellenmesi için bunun ne kadar yanlış olduğundan bahsedilmektedir. Burada anlatılanın resim yapmakla ya da sanat gibi kültürel amaçla heykel yapmakla hiçbir ilgisi yoktur. Burada özellikle heykelden, üç boyutlu nesneden ve ona tapmaktan bahsedilmiştir. Bu eylem, cahil insanların bir takım şeytani duygulara kapılıp, sadece kör bir nefisle ortaya koydukları bir durumdan öteye gitmemektedir. Ve görüldüğü gibi bunlar yaşanmıştır. Bu amaçla yapılabilecek bir heykeli sanatın içine sokmak yanlış olacağından, putperest insanların sanatı zora soktuğu ve yasaklarla nitelendirilmesine sebebiyet verdiği çok açıktır. Ayet örnekleri, bu yasakların insanın kendi iradesiyle ortaya çıktığını anlatan bir ayete yer vererek değerlendirilebilir; 14 Ali Özerk, Ali Turgut, Hayreddin Karaman, İbrahim Kafi Dönmez, Mustafa Çağrıcı, Sadreddin Gümüş, “Araf Suresi”, Kuran-ı Kerim Türkçe Açıklamalı Meali, Hadimü’l-harameyni’ş-şerifeyn Kral Fehd Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu, Medine-i Münevvere 1992, Cüz9, Sure 7, Ayet 138, “İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik”Allah Teala insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır. Surede “en güzel biçimde yarattık” ifadesi bu hususu belirtmektedir. İnsan serbest iradesi ile ya bu kabiliyetlerini güzel kullanarak “kamil insan” olacak yahut da aksi yönü tutarak şuurlu varlıkların ve canlıların en aşağı mertebesinde yer alacaktır.16 İnsanı en güzel biçimde tanımlayan bu yüce ayette anlatıldığı gibi, insanoğlu her şeyi özgür iradesiyle yapmakta ve ona göre hak ettiğini yaşamaktadır. Bu nedenle sorunun temeline inmek için bu ayeti anlamanın yeterli olacağı kanısındayım. Daha eski dönemlerinde İslam sanatında insan figürünün her zaman bir yeri olduğu bilinmekle beraber, İpsiroğlu’nun “İslamda resim yasağı ve sonuçları” adlı kitabına göz attığımızda sonuç olarak pagan dünyanın insan tasvirine yer verdiğine, sonra tek tanrılı dinlerin tasvire yasak koyduğuna değinilmektedir. İpsiroğlu’na göre; “Ruh beden ayrımı yapan Hıristiyanlıkta resme tapma diye bir şey yok. Ruh ölümsüz, beden de ölümsüz ruhu kısa bir süre barındıran kalıptı. Varlığın tasvirinde bu kalıbı gördükleri için ona put gibi tapmıyorlardı fakat Hıristiyanlık devlet dini olduktan sonra canlıyla-cansızı, özle-kalıbı, gerçekle-resmi birbirinden ayırmakta güçlük çeken halk kültleri, Hıristiyanlar arasına karışıyor ve putperestlik zamanındaki inanç geri dönüyor, tasvire tapma yeniden canlanıyor, mahkemelerde ikonların önünde yemin ediliyor ve vaftiz babası seçilen azizin önünde dini törenler yapılıyordu.”17 “Kuran’da, Tevrat’ta olduğu gibi resmi yasaklayan bir ayetle karşılaşmıyoruz. Kuran’ın yasakladığı putlardır. Cahiliye devrinde Arap toplulukları tasviri puttan ayırmıyor ve biçim verme yeteneğinde tabiatüstü bir gücün bulunduğuna inanıyor ve tasvire tapıyorlardı. Bu yüzden Kur’an da biçim verme savara ve yaratma berea 16Ali Özerk, Ali Turgut, Hayreddin Karaman, İbrahim Kafi Dönmez, Mustafa Çağrıcı, Sadreddin Gümüş, “et-TİN Suresi”, Kuran-ı Kerim Türkçe Açıklamalı Meali, Hadimü’l-harameyni’ş-şerifeyn Kral Fehd Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu, Medine-i Münevvere 1992, Cüz 30, Sure 95 Ayet 1,2,3,4,5, 17 aynı anlama gelir ve “yaradan”a el-bari musavvir tasvir yapan ressam denir.”18 diye devam ederek yine aynı metninde konuya açıklı getirilmektedir. Kitabında İslam dünyasının yeniçağa niçin girmediğine de açıklık getiren İpsiroğlu’na göre “…bu aşk, Hıristiyanların tanrı sevgilerinden başkadır. Allah Müslümanlıkta öylesine erişilmez bir uzaklıktadır ki, O’na yaklaşma; dünya bağlarının kopması ve sonunda Sufi’nin ortadan silinmesiyle gerçekleşir. İslam sanatına neden ortaçağı aşıp yeniçağa girmediği sorusunu bu açıdan bakarak cevaplayabiliriz. Rönesans, İslam mistiklerinin nefis savaşıyla yenmeye çalıştıkları madde dünyasını yüceltme çabası içindeydi.”19 Bu bilgiler neticesinde sadece tapınma amacıyla kullanılan tasvirler yasaklanmıştır. Allah Teala’ya şirk koşmanın yasak olması ve bununla birlikte asıl konu şirk yasağı olduğu için herhangi bir resmin mescitlerde bulunmaması gerektiğini vurgulayan hadislerdir. İslam’ın bir resim yasağı yoktur. Bunu İslamiyet’in farklı dönemlerinde yapılmış olan resimlerden hatta içinde Peygamberimiz in bulunduğu birçok esere rastlanmasından anlayabilmekteyiz. Bu konuyu inceleyen din adamları şu hususlarda anlaşma göstermişlerdir. Ağaç, dağ, taş, manzara gibi cansız varlıklar mübahtır. Ayrıca bedenin bir kısmına ait olan resimlerin ya da yapılan suretin görülmeyecek kadar küçük olması caizdir. Fikir ayrılığına düşmelerine ve tartışmalara sebep olan konu ise canlı varlıkların tam olarak bedenlerini yansıtan resimlerdir. Bunun sonucunda kitap içinde kapalı halde bulunması ya da uzaktan bakıldığında bedenin şeklinin belli olmaması halinde yapılabileceği aksi halde canlı resmi bulunan eve meleklerin girmeyeceği gibi yorumlar yapılmıştır. Bazı alimler ise, yasak olanın sadece gölgeli resimler yani heykeller olduğunu, kalemle çizilen resimlerin ya da makineyle çekilen fotoğrafların caiz olduğu kanısındadır. Burada da görüldüğü gibi bu anlaşmazlıklar kesin bir yasağın olmadığını bize göstermektedir. Bu yasağın konuşulmasının tek sebebi resimlere, suretlere, heykellere, tapmak yahut saygı göstermek endişesidir. Önceki sayfalarda da belirtildiği gibi, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren Osmanlı sarayında çalışan nakkaşlar, İtalya’dan gelen 18 Mazhar İpşiroğlu, İslam’da Resim Yasağı ve Sonuçları, YapıKredi Yayınları, İstanbul 2005, 19 Mazhar İpşiroğlu, ressamlar, Nakkaş Levni, Buhari gibi birçok sanatçı insanı konu almıştır. Buradan anlıyoruz ki minyatür, resimle ayrı tutulmuştur. İslam hukukçularının kitap içinde kapalı ya da belli olmayan şekilde caiz gördüğü sınıfa girmiştir. Kitap içinde kapalı kalmak şartıyla yapılabilir diye o günün şartlarına göre bir fetva getirilerek yavaşça bu yasak kendi kalkanını delmiştir zaten. İşte minyatür sanatının gelişiminde bu yasağın rolü büyüktür. İslam sanatçısı resimlerinde gerçek olan ne varsa ortadan kaldırmış, canlı varlıkları, ışık-gölgeyi resmetmeden sadece renkler ve şemalarla anlatım yoluna gitmiş, onu sınırlamış, belirli kalıplar içine sokmuştur. Bu da neden insan figüründe batı kadar ilerleyemediğimizi göstermektedir. Fakat bunun aksine minyatürde figür adına yaşanan değişiklikler de bu baskının sonucunda oluşan zorunlu terciğin zamanla aşılacağının ipuçlarını bize vermektedir. Burada hemen şunu kaleme almak gerekir “zaman en iyi ilaçtır.” Resim 1 Fatih Sultan Mehmet, “Eskizler”, Topkapı Sarayı, İstanbul Resim 3 Gentile Bellini, “Fatih Sultan Mehmet portresi”, 1480, National Gallery, Londra Resim 4 Gentile Bellini, “Oturan Katip” Resim 5 Nakkaş Sinan Bey, “Fatih Sultan Mehmet’in gül koklayan portresi”, 1480, Topkapı Sarayı, İstanbul Resim 6 Buhari, “Hamamda Yıkanan Çıplak Bir Kadın”, This PaperA short summary of this paper34 Full PDFs related to this paper Bir süredir anılarımı derlemeye, arşivime bir düzen vermeye uğraşıyorum. Bu nedenle bazı günler bir sürü eski fotoğrafla sarılmış olarak buluyorum kendimi. İlhan Selçuk bir yazısında şöyle demişti “Fotoğrafta donmuş olan zaman, bir anın sürekli geleceğe taşınmasından oluşur. Duran zamandır fotoğraf...” O “duran zaman”lar çevremi alıp, kendi varlıklarını hatırlatıyorlar bana. Ben de çekildikleri andan bugüne geçmiş zamanı biriktirmiş bakışımla yanıtlıyorum onları. Sepya sarılığı içinden bana bakan yüzleri zihnimde canlandırmaya, kâh eskiye dönüp fotoğrafın anını onlarla paylaşmaya, kâh sonraki yaşam çizgileri üzerine kafa yormaya çalışıyorum. Sağmalcılar Cezaevi Bu fotoğraf Sağmalcılar Cezaevi’nde çekilmişti. Solda ben, ortada Ayşe Bilge Dicleli, sağda Ayşe Baykara... Sene herhalde 72 olmalı. Çünkü 30 Mart’ı orada yaşamıştık. Bu üç isim hali, yani “Ayşe Emel Mesci” ve “Ayşe Bilge Dicleli” bize 12 Mart döneminin armağanıdır. Herkes bana “Emel” derdi, hepimiz de “Ayşe Bilge” değil, “Bilge” derdik. Hem bizler hem de kamuoyu göbek adlarımızla “Ayşe” 12 Mart’ın sonu gelmez tutuklama bildirileri, nüfus cüzdanına göre yazılmış iddianameler ve basında çıkan haberler aracılığıyla haşır neşir olduk. Bilge ile Sağmalcılar Cezaevi’nde kısa bir dönemi paylaştık. Ben 24 sanıklı davadan gelmiştim, o 256 sanıklı davadan... Zaten Sağmalcılar Cezaevi o dönemde son dağıtımdan önceki merkez gibiydi. Yolların kesiştiği, tekrar ayrıldığı, insanların önce yan yana gelip sonra uzaklaştığı bir terminal binasını andırıyordu. Bir müddet sonra hepimizi nihai cezalarımızı yatacağımız cezaevlerine dağıtmışlardı. Gülümseme Yumuşak, sevecen ve çok iyi eğitimli bir kız olarak yer etmiştir zihnimde koğuş arkadaşım Bilge. Bu fotoğrafı ise ne zaman görsem gülmeden edemem. Çünkü işin aslı, dansçı olan benim, konservatuvar mezunuyum, ama fotoğrafta Ayşe Baykara Kâmil Dede’nin baldızıydı ve benim aramda estetik pozu ve doğru ayak duruşunu Bilge yakalamış. Sağmalcılar Cezaevi’nde kesişen yollarımız sonra ayrıldı gitti, bir daha karşılaşmadık. Belki Türkiye’nin 12 Eylül öncesi ve sonrası siyasi fırtınalarında göz gözü görmez bir hale gelen hava da bunda etkili olmuştur, bilemiyorum. Ben Bilge’nin özellikle kadın mücadelesi alanında gösterdiği çabayı hep saygıyla, takdirle izledim. Ama belleğimdeki Bilge Dicleli imgesini ne siyaset, ne kadın mücadelesi, ne başka bir şey belirliyor. Donmuş bir zamana, bir fotoğraf karesine sıkıştırılmış birkaç aylık cezaevi arkadaşlığından günümüze, “Üç Kızkardeş”in finalinde Olga’nın sözleriyle “Ah bir bilsek, bir bilsek...” diyerek bakan o üç genç kızın bakışlarıdır benim için Bilge. Hayatım boyunca onun adı ne zaman geçse hem ruhumla hem yüzümle hep gülümsedim. Onunla birlikte çalışma, mücadele etme, üretme, yaşama olanağı bulmuş herkes neyi ifade etmeye çalıştığımı çok iyi anlamıştır, eminim. Bu gülümseme için sana çok teşekkür ediyorum Bilge Dicleli, yolun açık olsun. 30 Nisan 2015 Perşembe, 1514 TEOG sınavları bugün saat tamamlandı. 1 milyon 282 bin 512 öğrencinin ter döktüğü sınavla ilgili foto yorumlar sosyal medyada peyleşılıyor. İşte o foto-yorumlardan bazıları En Çok Okunan Haberler Türklerde resim sanatının doğuşu, bozkır kültürünün başlangıcına kadar gider. Erken devirlerde resimler mağara duvarlarına ve kaya yüzeylerine yapılmıştır. Ve bu resimlerde daha çok, dini inançlar, günlük hayata ait sahneler ve hayvan motiflerine rastlanır. Eski Türk resim sanatının asıl temsilcileri Uygur Türkleridir. Uygur resim sanatında kompozisyonlar, tapınakların duvarlarına, ipek kumaşlara, ahşap ve kağıt üzerine yapılmıştır. Bu resimlerde çeşitli destan ve efsaneler, önemli kişiler yer alsa da daha çok dini konular ve özellikle Budha’nın yaşantısının anlatıldığı görülür. Bu resimlerin bir bölümünde portre anlayışının yer alması Türk sanat tarihi bakımından oldukça önemlidir. Selçuklu, İlhanlı, Safavi, Özbek, Babür, Akkoyunlu, Karakoyunlu dönemlerinde yazılan pek çok kitapta resim sanatını minyatürler olarak görmekteyiz. Türklerin İslamiyeti kabulü Türk resim sanatını n yönünü değiştirir. 12. yy öncesi gravür ve resimlerde çizilen insan ve hayvan şekillerindeki detaylar zamanla azalarak yerlerini bitkisel ve geometrik şekillere bırakmıştır. Bunun sonucu olarak , Türk resim sanatı o yıllardaki Batı resim sanatının akımlarından yarattığı ekollerden geri kalmıştır. Öte yandan Rönesans resminin öncüsü İtalyan ressam Giotto di Bondone’nin insan figürlerine karakter verme çalışmalarından, çağımıza kadar yüzyıllar boyu ışık, gölge, renk kavramlarına dayanan Avrupalı sanatçıların fırçaları kimlikli kültürel mirasa sahiptir. Üstelik Avrupa’da din faktörü, bizdeki anlayışın tam tersine, tasvirli resim anlatımını desteklemiştir. Tanzimat ve sonrası dönemde, sanatta aranılan yenilenme modelinin ibresinin Batıya dönmesiyle birlikte, Cumhuriyet öncesi modern Türk resmi arayışları, Batı’daki 1800’lü yılların başlarındaki izlenimciliğin empresyonizm resim sanatını belirleyen ekol olması yıllarına rastlar. İlk Türk ressamlarımız, saray kökenli paşa ve üst düzey erkânı veya çocuklarının devlet ya da kendi imkânlarıyla Avrupa’ya giderek sosyal yaşam, sanat ve elitizmin farklı boyutlarını tanıma fırsatını yakalayan ilk modern Türk sanatçısı kitlesi olarak tanımlanan grup olur. Ve geleneksel Türk tasvir sanatının birikimiyle Batı’dan alınan teknik ve kavramlar, Çağdaş Türk resminin uyumunu kolaylaştırır. Çağdaş Türk Resim sanatı, Ferik İbrahim Paşa, Tevfik Paşa ve daha sonra, Süleyman Seyyid ile Şeker Ahmet Paşa’nın gönderilmesi ile başlar. Osman Hamdi Bey ise, babası tarafından 1857de Paris’e hukuk öğrenimi amacıyla gönderilmiş olmasına rağmen, aynı zamanda Boulanger ve Jean-Leon Géromeın atölyelerinde çalışarak resim dersleri alır. Erken Cumhuriyet Dönemi Sanat Politikası Bu süreçten sonra bağımsızlığını ilan eden Türkiye Cumhuriyet Devleti, siyasi, askeri ve mali zorlukların, imkânsızlıkların en ağır olduğu dönemde 29 Ekim 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurumları, hayatın her alanında yenilenme çalışmalarına başlayarak, toplumun çağdaşlaşma yapısında önemli adımlar atar. Bu dönemde oluşan millî sanat modeli düşüncesi, Türkçülüğü esas alır. Bu modelde ülke ve toplumun yaşadığı sorunları ön plana çıkaran sanat anlayışı benimsenir. Savaş yıllarından önce Avrupa kültürü ile yetişmiş, bu kültürün değerlerine karşı saygılı ve hayran, “sanat için sanat” kavramı ile yetişen sanatçı, dönemin koşullarıyla birlikte “toplum için sanat” anlayışına yönelir. Artık tuvallere Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşunu sağlayan ve binlerce insanın göz kırpmadan canını feda ettiği Ulusal Kurtuluş Savaşı, inkılâplar, okuma yazma seferberliği, göçler, depremler, grevler, yoksulluk, toplumsal yozlaşma gibi birçok olay yansımaya başlar. Her biri Cumhuriyet'in coşkusunu taşıyan ve ülkelerine döndüklerinde, yurtdışında edindikleri birikimleri, bu coşku havası içerisinde değerlendirmeye hazır olan genç sanatçılar, Türk Resminin gelişimi için çaba gösterir ve yurtdışında edindikleri birikimleri Türkiye'deki öğrencilere ve sanatçılara çeşitli vesilelerle aktarmaya başlar. Cumhuriyet'in ilk kuşak sanatçıları arasında önemli bir yer edinen bu kuşak, yurtdışında edindikleri bilgi ve birikimleri gerek çalıştıkları eğitim kurumlarında, gerekse kurucusu oldukları sanatsal topluluklarda öğrencilere ve sanatseverlere aktarırlar. Ancak buna rağmen, Cumhuriyetin ilk yıllarında, devlet desteğiyle ayakta duran kısıtlı bir sanat ortamı vardır. Sanatçı sayısı az olmakla birlikte, boya, fırça ve tuval gibi resim malzemeleri bile kısıtlıdır. Üstelik yapılan eserleri sergileyecek mekân sıkıntısı ayrı bir sorundur. Bu kısıtlı ortamda sanatçılar grup halinde ortak sergiler açarlar. Cumhuriyetten önce kurulan ve 1914 kuşağı sanatçılarının ağırlıkta olduğu Güzel Sanatlar Birliği, geleneksel Galatasaray sergilerine devam ederken, 1924 yılından itibaren Ankara’da resim sergileri düzenlenmeye başlanır. Galatasaray sergilerinden başka sergi açma isteğiyle 1924 yılında Mahmut Cuda, Refik Epikman, Muhittin Sebati, Cevat Dereli, Ali Karsan gibi bazı genç sanatçılar, Yeni Resim Cemiyeti’ni kurarlar. Yeni bir sanat anlayışı getiremeyen bu cemiyet, tek serginin ardından, üyelerinin çoğunun bursla yurtdışına gitmesiyle dağılır. Yurtdışındaki eğitimlerinden sonra yeni bir sanat anlayışıyla dönen bazı genç sanatçılar, Ankara Etnografya Müzesi’nde açtıkları I. Genç Ressamlar Sergisi’nin ardından Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği adı altında etkinliklerini sürdürürler. 1933 yılında Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği’nin üyelerinin etkinlikleri sürerken bu gruptan ayrılan Nurullah Berk, Abidin Dino ile birlikte Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykeltıraş Zühtü Müridoğlu Türk resim tarihi içinde kurulan dördüncü birlik olmalarından dolayı “D Grubu” adını verdikleri yeni bir sanatçı birliği oluşturmuşlardır. Modern sanatı tanıtmayı da görev edinen D grubu üyeleri, bu nedenle açmış oldukları sergilerde, modern sanatı tanıtan konuşmalara ve tartışmalara da yer vermişlerdir. Çağdaş Türk resminin modernleşme sürecini hızlandıran bu sanatçılar, kübizm akımının etkisinde teknik yönü güçlü eserler üzerinde yoğunlaşmışlardır. D grubunun sanatsal faaliyetleri ve yarattığı tartışma ortamı sürerken bu gruptan ayrılan, Abidin Dino, Turgut Atalay, Mümtaz Yener, Haşmet Akal, Faruk Morel, Avni Arbaş, Selim Turan tarafından 1941 yılında kurulmuş olan Yeniler Grubu üyeleri, D grubunun biçimciliğine karşı toplumsal içerikli eserlerle karşımıza çıkar. Fakat bu grubun bazı üyeleri baştaki çizgilerinden zamanla ayrılır. Güzel Sanatlar Akademisi’nde Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde yetişen Orhan Peker, Nedim Günsür, Turan Erol, Nevin Çokay, Mehmet Pesen, Mustafa Esirkuş, Leyla Gamsız’ın aralarında bulunduğu sanatçılarca 1946 yılında kurulan Onlar Grubu üyeleri ise Batı resmindeki soyut akımlarla geleneksel motiflerimizi sentezleme çabası içine girmişlerdir. Erken Cumhuriyet Dönemi’nde, devletin bir politikası da topluma sanatı öğretmek ve sevdirmektir. Bu amaçla resim ve heykel çalışmalarının sergilerle halka gösterilmesi, tanıtılması ve böylece toplumunun sanata bakış açısını değiştirilmesi planlanır. Mustafa Kemal Atatğrk’ün liderliğinde eğitim kurumlarında zorunlu resim dersleri, öğretmen okullarında resim öğretmenliği bölümü, Güzel Sanatlar Akademisi’nde yüksek sanat eğitimi programları açılır. Halkevleri şubelerinde resim ve heykel atölyelerinin kurulması ve üretilen eserlerin sergilenmesi, Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin açılması, 1926’da eğitime başlayan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün resim bölümünü bitirenlerin, ilk ve orta öğretim okullarında resim öğretmeni olarak atanması, 1927’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nin, Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürülmesi, yabancı sanatçı ve eğitimcilerin akademide görevlendirilmesi, Halkevi Resim Sergileri ile Devlet Resim ve Heykel Sergileri’nin açılması, devletin sanata verdiği desteğin göstergesidir. 1950’ler ve sonrasında Türk Resim Sanatında Görülen Ekoller Devletin bu sanat politikaları içinde çağdaş Türk resmi bir yandan yenilenme çabası diğer yandan kökeni geçmiş yüzyıllara kadar dayanan gelenek arasında bir süreç yaşar. Batı paralelinde çağdaş olma isteği ile hareket eden Türk Resmi, sadece estetik açıdan değil, yeni resim tekniklerini de öğrenmek zorundadır. Çağdaş Türk resmi, kısa geçmişine rağmen özgünlük arayışlarının yoğun olduğu bir süreç içindedir. Bir yandan resmin içeriği toplum sorunlarına yönelirken öte yandan Batılı tarzda resim yapma yönelimi de devam eder. 1950’lere doğru ulusal ve yöresel betimlemeli tablolarla daha Anadolu merkezli eğilimler Türk resim sanatında belirginleşir. Bir yandan geleneksel ile batılı tartışması sürerken, içten içe gerçek Türk üslubu arayışı yeni nesil sanatçılarda yüzeye çıkmaya başlamıştır. 1950’li yıllardan sonra soyut resim, Türk resminde etkin olmaya başlar. Bunu takip eden yıllarda Türk resim sanatı içinde toplumsal gerçekleri yansıtan natüralist eserlerle birlikte soyut tarzda resim yapan pek çok ressam yer alır. Yine 1970’li yıllardan sonra resim sanatçılarının bu iki alanda yoğunlaştıkları görülür. Cihat Burak, Neşet Günal, Nedim Günsür, Orhan Peker, Yüksel Aslan gibi figüratif alana yönelmiş sanatçıların yanında Adnan Çoker, Sabri Berkel, Ömer Uluç, Ferruh Başağa, Nejat Devrim soyut alanda başarılı eserler meydana getirmişlerdir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bir devlet politikası olarak sanatçıların yurt dışına gönderilmesiyle oraya giden bazı sanatçılarımız sanat yaşamına yurt dışında devam etmişlerdir. Fikret Mualla, Abidin Dino, Avni Arbaş, Hakkı Anlı, Selim Turan, Burhan Doğançay ve Erol Akyavaş gibi sanatçılar fiziken Türkiye olmasalar bile eserleriyle, isimleri ülkemizde de en çok bilinen ve saygı gören sanatçılar olmuşlardır.

cumhuriyet öncesi ve sonrası fotoğraflar